Haftanın filmi 'Günahkârlar': Blues, vampirler ve Amerika’nın lanetli ruhu

Karl Marx en önemli eseri "Das Kapital"de sermayeyi "ölü emektir, vampir gibi sadece canlı emeğin enerjisini çekip aldığında yaşıyor, ne kadar çok canlı emeğin enerjisini çekip alıyorsa o kadar güçleniyor ve daha fazla yaşıyor," şeklinde tanımlamıştır.
Marx'ın hayranı olun ya da olmayın, kullandığı dil vampirlerin ekranda nadiren gördüğümüz bir boyutunu yansıtıyor.
Bu efsanevi yaratık sayısız kez arzunun, ergenliğin, uyuşturucu bağımlılığının, hatta Pedro Pascal'ın başrolünde oynadığı 2015 yapımı korku-komedi filmi "Bloodsucking Bastards"da insanlıktan çıkaran çalışma kültürünün metaforik bir örneği olarak kullanıldı ama nadiren siyasi bir benzetme olarak kullanıldı.
Şimdi Ryan Coogler ("Fruitvale Station," "Creed," Marvel'in "Black Panther" filmleri - ve umarız "The X Files"ın yeni bir uyarlamasıyla) bize vampirleri sömürgeci kan emiciler olarak geri getiriyor.
Jim Crow'un (Amerikan Güneyi'nde beyaz üstünlüğünü yeniden tesis eden yasalar) Derin Güney'inde geçen "Günahkarlar"ın başrolünde Coogler'ın uğurlu yıldızı Michael B. Jordan, ikiz kardeşler Smoke ve Stack'i canlandırıyor. Kardeşler savaştan çıkıp, Chicago'da Al Capone için dolandırıcılık yaptıktan sonra, Mississippi kırsalındaki evlerine dönerler. Ku Klux Klan (KKK) üyesi olduğu iddia edilen bir kişiden, eski bir kereste fabrikasının bulunduğu bir arazi satın alırlar ve burada bir müzik kulübü açmayı planlarlar. Açılış gecesi için, zaten yetenekli bir bluescu olan genç kuzenleri "Vaiz Çocuk" Sammie'nin (Miles Caton) yeteneklerinden yararlanmayı hedeflerler.
İçki düşkünü müzisyen Delta Slim (Delroy Lindo), bakkal Grace (Li Jun Li), nazik fedai Cornbread (Omar Benson Miller) ve Smoke'un eski sevgilisi Annie (Wunmi Mosaku), aşçı ve voodoo rahibesi olarak işe alındıktan sonra ekip tamamlanır.
Mary (Hailee Steinfeld) ortaya çıktığında işler gerginleşir. Stack'in eski eşi topluluk tarafından hoş karşılanır, ancak beyaz bir kadın olarak varlığının sorun yaratabileceğine dair korkular vardır. Özellikle de Remmick (Jack O'Connell) liderliğindeki üç beyaz yabancı kapılarını çaldığında.
Eğer onları içeri alırlarsa, ortak alan tehlikeye girebilir. Ancak kapıları kapalı tutarlarsa, haberin KKK’ya kadar ulaşması an meselesidir.
Yine de kısa süre içinde anlaşılır ki, Smoke ve Stack'in asıl endişelenmeleri gereken şey KKK değil. Yaşayan ölülere karşı ilk savunma, içeri girmelerini reddetmek olabilir; fakat açılış anlatımında da ipucu verildiği gibi, tarih boyunca bazı kültürler, öylesine güçlü bir müzik yeteneğine sahip kişilerin geçmişten ve gelecekten ruhları çağırabildiğine dair efsaneler anlatmıştır. Bebek yüzlü Sammie tam da bu yeteneğe sahiptir — ve karanlık güçler onunla fazlasıyla ilgilenmektedir.
Coogler, filmin atmosferini adım adım inşa ederken baştan çıkarıcı bir ruh hali yaratıyor; böylece çok katmanlı ikinci yarı daha da etkileyici bir şekilde patlama şansı buluyor.
Bu yönüyle "Günahkarlar," yapısı ve iki gangster kardeşin varlığıyla ister istemez Robert Rodriguez’in vampir klasiği "From Dusk Till Dawn"ı akla getiriyor. Her iki film de benzer bir tempoya sahip, kulüp atmosferinde doruğa ulaşıyor. Ancak niyetleri birbirinden oldukça farklı.
"Günahkarlar" her şeyden önce müziğe, özellikle de blues’a adanmış bir film. Coogler, blues’u sadece geçmişle bağ kuran kıymetli bir miras ya da kölelik sonrası direnişin yankısı olarak değil; zamanlar ve dünyalar arasında geçit açan büyülü bir kanal olarak konumlandırıyor. Bu müzik, aynı zamanda sömürüye karşı gelecekte bir sığınak da olabilir.
Bir virtüöz sahnede, Coogler müziğin gücünü hem görsel hem işitsel anakronizmlerle gerçekliğe dönüştürüyor; ritüel gibi akan bu sahne, 2025’in en büyüleyici ve akılda kalıcı sinema anlarından biri olmaya aday.
Kasıtlı olarak garip bir tempoda ilerleyen film, Coogler'ın Amerika'nın tarihini blues müziği ve vampir mitolojisiyle kusursuz bir şekilde iç içe geçirerek katmanlı ve gerçekten heyecan verici bir şey yaratmasını sağlıyor. Robert Johnson’ın ruhunu şeytana sattığını bize doğrudan göstermeden ya da açıkça buna atıfta bulunmadan, film bahislerin ne kadar yüksek olduğunu hissettiriyor. Entegrizmin gölgesinde, vampirler bir kültürün ruhuna musallat oluyor. Tıpkı tarihteki pek çok beyaz sanatçı gibi, onlar da kültürü yayarken onu homojenleştiriyor, özü boşaltıyor.
Slim’in bir noktada söylediği gibi: “Bakın, beyazlar blues’u gayet iyi severler. Sadece onu yapan insanları sevmiyorlar.”
Filmde düzlemler arasında kurulan parazit ilişki, sadece Amerika’ya özgü olmayan ırksal yapılar üzerine güçlü bir yorum sunuyor. Başkalarının insanlığını hiçe sayanlar, çoğu zaman o insanların kültürüne hayran kalır ve onu sahiplenmeye çalışır. Coogler, bu hâlâ geçerliliğini koruyan sosyal gözlemi hem gerçek hem de mecazi anlamda “kan emerek” anlatıyor — ve bunu büyük bir yaratıcılıkla, coşkulu bir anlatımla yapıyor.
Tüm alegorik katmanlarına rağmen "Günahkârlar," sinema salonlarında eğlenceli vakit geçirmeyi de vaat ediyor.
Warner Bros’un kısa süre önce vizyona giren ve ikiz karakterlere yer veren üç filminde — Robert Pattinson’ın başrolünde parladığı müthiş "Mickey 17," çok daha sönük kalan "The Alto Knights"ta ise Robert De Niro — Jordan bu akımın zirvesinde yer alıyor. Delroy Lindo ise yer aldığı her sahneyi ustalıkla domine ediyor.
Oyuncu kadrosu, görüntü yönetmeni Autumn Durald Arkapaw, besteci Ludwig Göransson’un büyüleyici müziği ve kurgucu Michael P. Shawver’ın dikkat çekici işiyle destekleniyor. Özellikle Shawver’ın çalışması öne çıkıyor çünkü "Günahkârlar," kurgu açısından gerçek bir ustalık dersi sunuyor. Uzatılmış sekanslar, blues’un ritmini yansıtırken gerilimi adım adım tırmandırıyor; tempolu anlar ise sadece korkuyu değil, aynı zamanda mizahı da besliyor.
"Günahkârlar"ı tam anlamıyla bir nakavt olmaktan alıkoyan tek unsur, finaldeki hafif bir sendeleme: doruk noktasındaki hesaplaşma. Coogler sahneyi özenle kurmuş, kreşendoyu tam yerinde patlatmış, hatta "The Thing"e gönderme niteliğinde John Carpenter’a şapka çıkarmışken, hayatta kalanlarla kana susamış vampir sürüsü arasındaki son yüzleşme biraz aceleye getirilmiş gibi hissettiriyor.
Coogler, iki jenerik sonrası sahneyle izleyicisine iki ayrı sürpriz sunuyor.
Genelde bu tür sahneler ya vakit kaybı ya da bir başka Marvel çoklu evrenini haberdar eden ucuz numaralar olabiliyor. Ama "Günahkârlar"ın ilk orta jenerik sahnesi gerçek bir blues efsanesinin müthiş bir kısa görüntüsünü barındırıyor; duygusal olarak tatmin edici, anlatıyı toparlayan ve aslında filmin gerçek finali niteliğinde bir epilog.
İkincisi ise Miles Caton’un şarkı söyleme yeteneğini sergilemesi için bir başka fırsat sunuyor.
Ancak bu iki epilog sahnesiyle birlikte film gerçekten tamamlanmış oluyor. Coogler’ın klasik vampir anlatısına getirdiği cesur ve büyüleyici yaklaşımı, ancak o zaman tam anlamıyla takdir edilebiliyor. Coogler sadece vampirleri politize etmekle kalmıyor; aynı zamanda yılın en etkileyici ve unutulmaz filmlerinden birine de imza atıyor.
Today