Guillermo del Toro’nun 'yapmak için doğduğu' film: 'Frankenstein'

Takıntı, Victor Frankenstein’ı felakete sürüklemişti. Peki, takıntı sanata dönüştüğünde bir sanatçının zaferi olabilir mi?
Guillermo del Toro için 'Frankenstein' uzun zamandır beklenen bir rüya projesiydi. ''Yanlış anlaşılan canavarların'' hikâyelerini anlatmasıyla tanınan yönetmen, geçtiğimiz günlerde Lumiere Film Festivali’nde bununla ilgili bir çocukluk anısını paylaştı. Del Toro, ailesiyle kilise dönüşü televizyonda James Whale’in 1931 yapımı 'Frankenstein' filmini izlediğinde yedi yaşındaydı—yani yıl 1971’di.
O anın etkisi sarsıcıydı: ''Boris Karloff’u gördüğümde dini anladım,” diyor del Toro.
“İsa’yı, vecdi, Meryem'in günahsızlığını, stigmatayı, dirilişi... Hepsini anladım. O anda kendi mesihimi bulmuştum. Büyükannemin İsa’sı vardı, benim Boris Karloff’um.”
Bu büyülenme hiç geçmedi; hatta onu bugün olduğu sinemacıya dönüştürdü. Mary Shelley’nin ''Frankenstein; ya da Modern Prometheus''u, del Toro’nun kariyerine başından beri yön veren bir hikâye oldu.
1992’deki ilk filmi 'Cronos’tan itibaren Shelley’nin temaları del Toro’nun sinemasında hep bir yankı buldu:
Mimic' (1997)’te bir hastalığın kendi yaşamını kazanması, Hellboy' (2004)’da kusurlu baba ve çocuk ilişkisi, 'Crimson Peak' (2015)’teki gotik romantizm, 'The Shape of Water' (2017)’de insan sevgisi arayan dışlanmış yaratık, 'Pinokyo’da ise yaratıcısıyla hesaplaşan bir varlık…
Hepsi aynı anlatıya, aynı soruya dokunuyordu: 'Yaratmak' ne demek, 'insan' kimdir?
Artık del Toro, ömrü boyunca anlattığı hümanist canavar hikâyelerinin doruk noktasına ulaşmak üzere. Ancak tutku projeleri zordur; onlarca yıllık bir hayalin ağırlığı altında çoğu kez ezilirler. 'Mimic' filmindeki bir sahnede F. Murray Abraham’ın canlandırdığı Dr. Gates şöyle sorar: “Küçük Frankenstein’ın seni yendiğini mi sanıyorsun?”
Yirmi sekiz yıl sonra aynı soru yeniden geçerli: 61 yaşındaki Guillermo del Toro, yedi yaşındaki o küçük çocuğun mesihine sonunda hakkını verebilecek mi?
Guillermo del Toro’nun ‘Frankenstein’ı 1857 yılında, Kuzey Kutbu’nda başlıyor. Buzlar arasında mahsur kalan bir gemideki denizciler, Dr. Victor Frankenstein’ı (Oscar Isaac) buz üzerinde ölüme terk edilmiş halde bulurlar. Victor, kaptana (Lars Mikkelsen) hikayesini anlatır: Genç bir çocuğun annesinin ölümü, içi boşalmış bir evren ve karanlık bir dünya bırakmıştır; bastırılmış bu çocuk, ölümü fethetmeye takıntılı bir doktora dönüşür. Victor, en başından beri hayata ilgi duymayan, onun üzerinde güç sahibi olmaya çalışan bir adamdır.
Ama Yaratık (Jacob Elordi) hâlâ buzun üzerindedir... Ve yaklaşmaktadır.
Bundan sonrası, del Toro’nun Shelley’nin ölümsüz eserine kişisel yaklaşımı: Bazı bölümlerde sadık, bazılarında farklı, ancak her zaman orijinal tona derinden bağlı. Yönetmen, karakterler eklerken (Christoph Waltz’un silah üreticisi ve hayırsever Harlander’ı) ve kendi vazgeçilmez temalarını ve takıntılarını keşfederken (kuşaklar arası travma, terk edilmiş Katoliklik, kötülüğün bir işareti olarak tuvalete gitmeden önce ellerini yıkamak gibi) ‘Frankenstein’ın kalbindeki duygusal gücü yüceltiyor.
Uyarlama hala Tanrı’yı oynamaya çalışan egoist bir bilim adamının hikâyesi, ama aynı zamanda kusurlu insanların zalim babalara dönüşmesini ve “acımasız yaşam” ile kutsanmış ve lanetlenmiş insan olmanın ne anlama geldiğini anlatan Miltonvari bir trajedi. Shelley’nin eseri, 'Frankenstein; or, The Modern Prometheus', başlık sayfasında 'Paradise Lost’tan bir epigraf içeriyor:
“Ben mi istedim, Yaradan, beni topraktan yoğurup insan yap diye? Talep ettim mi senden, Çek çıkar diye beni bu zulmetten?"
Shelley’i ve nesiller boyu aktarılan acıyı onurlandırmak için del Toro, anlatıyı Victor ve Yaratık’ın bakış açıları arasında akıllıca – ama dengesiz şekilde – bölüyor. Bilim adamının olaylara bakış açısını, Isaac’in zekice canlandırdığı teatral performansla izledikten sonra, hikaye aniden Yaratık’ın birinci şahıs anlatımıyla devam ediyor.
Canavar, sinemada çoğu zaman ötekiliği tehdit olarak kodlanmış, patolojik bir şiddet eğilimi taşıyan bir yaratık olarak tasvir edilmiştir. Oysa Shelley’nin 1818 tarihli romanı, bu Yaratık’a bir ses vermiştir. Del Toro da aynı yolu izleyerek, beyazperdede hem görünüşüyle hem davranışlarıyla sıkça “canavarlaştırılmış” bu varlıkta insanlığı görmeyi seçiyor. Yönetmen her zamanki tarzıyla, farklı olanın ve “anormal” sayılanın toplumun – ve hatta varoluşun – dışına itilmesini emreden kalpsiz tanımlamaları tersine çeviriyor; korkularımızı kontrol altına alma arzusunun dayattığı sınırları sorguluyor. Popüler kültürde yer etmiş, inleyen ve cıvatalarla tutturulmuş yeşil bir yığın yerine, del Toro’nun Yaratığı hem hissedebilen bir insan hem de insanlığın başarısızlıklarını yansıtan bir ayna işlevi görüyor: kabullenmeyi reddedişimiz, ihtimam göstermekteki ihmalkârlığımız ve affetmedeki yetersizliğimiz.
Sözsüz homurdanmalardan kurtulan Elordi, gelişen bir ruh olarak parlıyor. Yaratıcısı tarafından, Victor’un otoriter babasının (Charles Dance) elinde maruz kaldığı zalimliğin aynısıyla reddedilen Elordi, etkileyici performansına acıma duygusu, çocuksu bir nezaket ve iri bir gücün karışımını katıyor. Önceki Frankenstein canavarları genellikle dışlanmış ve acınası yaratıklar olarak tasvir edilirken, Avustralyalı aktör karaktere arkadaşsız, sonsuz bir yaşama mahkûm edilmenin acımasızlığını vurgulayan derin bir ruhsallık kazandırıyor. Victor’un, canavarla empati kuran ve kendi özgürlüğünü arzulayan üvey kız kardeşi Elizabeth (Mia Goth) ile sahneleri kısa ama özellikle etkileyici. Onun varlığı, rahatsız edici derecede kısa olmasına rağmen, tamamlayıcı ama çatışan güçlerin dini bir motifini oluşturuyor: Victor Baba, Yaratık Oğul, Elizabeth ise Meryem Ana.
Günah ve kefaret temaları göz önüne alındığında, bu kutsal (ya da kutsal olmayan) üçlüye daha fazla ekran süresi verilmemesi üzücü. Gerçekten de filmin en bilge ve en romantik repliğini (“Kaybolmak ve bulunmak, aşkın ömrü budur”) söyleyen Goth’un karakteri, erkeklerin kibriyle tamamen tükenmiş bir kadın rolüne indirgenmiş; oysa çok daha fazlasını hak ediyor. Elordi’nin filmin ikinci “yarısındaki” bakış açısı bölümü gibi, bu unsurların da daha derinlemesine işlenmemesi bir kayıp hissi yaratıyor.
Dahası, del Toro’nun ‘Frankenstein’ının aslında iki film olarak planlandığı söylenmişti: İlk filmde olaylar Victor’un gözünden, ikincisinde ise Yaratık’ın bakış açısından anlatılacaktı.
Yine de yönetmenin, sahnelemesi adeta bir opera görkemi taşıyan bir yapı içinde kaynak metnin yürek burkan duygusal ağırlığına odaklanmayı başarması, azımsanamayacak bir başarı.
Teknik açıdan, tüm yıl boyunca izleyebileceğiniz en görkemli filmlerden biri olduğunu söylemek abartı olmaz. Seçkin sinemalarda kısa süreli gösterim sırasında filmi izleme şansı bulanlar için tereddüt etmeyin; kostüm tasarımından (Kate Hawley), yapım ve set tasarımına (Tamar Deverell ve Shane Vieau) ve görüntü yönetmeni Dan Laustsen’in ustalığına kadar her detay büyüleyici.
Özellikle setler, tamamen del Toro’ya özgü dekorlar ve yönetmenin işlerine aşina olanlar için görsel göndermeler içermesiyle, karmaşık küçük ayrıntıları keşfetme isteğini uyandırıyor. Victor’un lüks laboratuvarına dönüştürülen terk edilmiş sulama tesisi; çarklar, taş Medusa kafası ve çok sayıda ölü asker uzvu ile tamamlanmış, izleyeni hayrete düşüren bir dünya kurma harikası sunuyor.
Çoğu izleyicinin bu görsel şöleni küçük ekranlarda izleyecek olması üzücü; zira bu kadar çarpıcı bir film büyük ekranda izlemeyi hak ediyor ve Netflix’in yalnızca yayın stratejisini yeniden düşünmesi, daha geniş sinema pencerelerine izin vermesi gerektiği tartışmasını yeniden gündeme getiriyor.
Romanın üzerinden 207 yıl geçtikten ve kaynak malzemeye dayanan 60’tan fazla film çekildikten sonra, Dr. Frankenstein ve canavarının hikayesi hala büyülemeye ve acil bir soruyu sormaya devam ediyor: İnsan olmak nedir?
Del Toro bunu takdir ediyor ve kendine özgü Gotik duyarlılıkları, akıldan çıkmayan Romantik güzellik ve hoş bir beden dehşetiyle dolu eşsiz ustalığıyla bu soruya büyük bir yüreklilikle yanıt veriyor.
Del Toro’nun ‘Frankenstein’ı, yönetmenin en büyük başarılarından biri olmasa da; kaynak materyale duyduğu saygı, ‘Cronos’, ‘The Devil’s Backbone’ veya ‘Pan’s Labyrinth’de gördüğümüz beklenmedik ve tuhaf dokunuşları sık sık bastırsa da, birçok edebiyat ve sinema tutkununun hayallerini gerçekleştirmeyi başarıyor. İnsanların içinde canavarlık barındırdığı ve canavarların insanlıkla dolup taştığını gösteren filmler çeken Guillermo del Toro’nun, her şeyin başladığı hikâyeye nihayet kendi yorumu ile tam daire yapmasını izlemek ise büyük bir keyif. Yönetmen, tutkuyla bağlı olduğu bu projeyi evcilleştirmeyi ve çocukluk hayalini gerçekleştirmeyi başarmış durumda.
Frankenstein 17 Ekim'de bazı sinemalarda gösterime girecek, ardından 7 Kasım'da Netflix'te dünya çapında yayınlanacak.